Mesele

1 11 2010

Mesele

Günün birinde bir laf etmişti Rahmi Koç: “Bıyıklı ve sakallı birini işyerime almam”. Bazı laflar az olsa da, dokunması çok oluyor demek ki; “ayrımcılığın yanında olmadık” şeklinde ‘duyarlı’ bir tepki vermişti başbakan. Bazıları işi daha ileri götürmüş, “Koç’un Milletle Meselesi” üzerine deşifre edici, uyarıcı, haddini bildirici yazılar kaleme almıştı. Hemen her sektörde faaliyet gösteren bir işadamı bu ayırımcılığı nasıl yapardı? Oysa özelleştirme startının verildiği yıllarda, fabrikayı terk etmeden direnen işçilere karşı Arjantin’de  bazuka bile kullanıldığını hatırlatan aynı Koç’u, “koçum benim” deyip duymazdan gelmişlerdi.

Benim eski patronuma sallayan bu yazıya internette aylak aylak gezinirken rastladım, aylar önce. Kemal Özer imzalı. Sevgili şair değil, başka bir Kemal Özer bu. Olup bitmiş, geçip gitmiş, unutulmuş bu salata şimdi nereden çıktı diyen olur belki, söyleyeyim: Burada bir çevrenin bakışı dile getiriliyor aslında. Benim lafım, o şaşı bakışa. Bir iplik çeksem kırk yama dökülen fukara blogum için, bir kenarda unuttuğum yarım kalmış bir karşı yazıyı tamamlıyorum sadece.

Koç Grubunun benzer şizofrenik yaklaşımları hep yaptığını söyleyen bu sinekkaydı tıraşlı,  badem bıyıklı yazarımız büyük bir sosyal sorumluluk örneği gösterip, alışveriş yapılmaması gereken Koç şirketlerinin bir listesini çıkarmış ve önemli bir tespitte bulunmuştu: “Aslında bu tür laflar tüketici bilincini harekete geçirir. Birçok ülkede bu tür bir söylemi iş adamları aklından bile geçiremez, çünkü oralarda tüketiciler bu tür garabetlerin gereğini hemen yaparlar ve alternatiflere yönelerek dünyayı bu materyalistlere dar ederler”.

Yani? Yanisi şu: Ey millet, siz de tüketimden gelen gücünüzü kullanıp haddini bildirin bu densize. Hem bu ülkede üretim yapacaksın; hem ürettiğin ürünleri örtülü-örtüsüz, düz liseli-imam hatipli, bıyıklı-bıyıksız, sakallı-sakalsız herkese satmak için her taklayı atacaksın, hem de “milletin değerleri” ile alay edeceksin. İmam hatipleri kapatanlara destek vereceksin,  türbanlılara düşmanlık edeceksin, millete meydan okuyacaksın. Özet bu. Bir de şu “milletin değerleri” dediği şeyin ne olduğunu söyleseydi, tadına doyum olmayacaktı. Ben de bir kapitalistin, bıyıklı ve sakallı birini işe almayacağını söylediğinde milletin hangi değeri ile alay etmiş sayılacağını sormayacaktım. Bir de, “mesele” yaşanılan milletin kimlerden oluştuğunu.

Derken, yıllarca millete kakalanan “teneke otomobilleri” hatırlamış hocam birden. Sonra, rakiplerin çoğalmasıyla mecburen edilen “kalite-rekabet” laflarını. Neyse ki yoldan daha fazla çıkmadan kendine gelmiş ve mevzuyu toparlamış. Mevzu derin. Allah insan bedeninde saç sakal ve diğer kılları yaratmış, Hz Peygamber de bunların bir kısmının kesilmeyerek uzatılmasını emretmiş, bir Müslüman için mesele bundan ibaretmiş. Emir yani. Her konuda. Su içerken, yemek yerken, nefes alırken, yatarken, kalkarken, tıraş olurken, diş fırçalarken. Emir deyince akan sular durmalı. Bütün mesele bu. Bir din böyle emirler yağdırır mı? Bu kadar emir yağdırır mı? Bu soru sorulur mu? Önce kendin bir emre uyacaksın. Bunun koşullarını isteyeceksin kendin için. Sonra diyeceksin ki, yüzde doksan dokuzu müslüman olan bu cennet vatanda herkes benim görmek istediğim gibi olacak. Herkes emirlere uyacak. Vitrinler mayo reklamı yapmayacak, oruç ayı geldiğinde kimse sokakta sakız çiğnemeyecek, simit yemeyecek, lokantalar gündüz açık olmayacak, büfeler içki satmayacak, el ele gezilmeyecek, Cuma günü namaza gidilecek, ‘milletin değerlerine’ karşı gelinmeyecek. Neden? Çünkü ben tahrik olurum. Bunun bir sınırı var mı?

Bir bulutun içinde çalışan kot kumlama işçilerini duydun mu sayın hocam? Ciğerleri toz dolu, daha otuzunu görmeden kan öksüre öksüre ölen silikozis hastalarını? Çoğunun anası tülbentli, eşi türbanlı, çocuğunun ilkokula başladığı günü bile görmesi şüpheli, gariban, yoksul, hiçbir gelecek ümidi ve hayali kalmayan çaresiz delikanlıları?

Bıyıksız ve sakalsız olmak batı inanç sisteminin bir parçasıymış… kim bir kavme benzerse onun elemanı olurmuş… sakal bıyık kesmek yaratılışı değiştirip kadına benzemekmiş… materyalist düşünce sahipleri diğer insan ve düşüncelere saygısı olmadığı için bu inceliği anlayamazmış… Rahmi Koç bu nedenle monoton tüketim köleleri istiyormuş.

Koç Grubunda uzun yıllar çalıştım ben. “Bu komünist’e çok bile” denilen ekonomik takdir altında, emeğimi sattım ona. En güzel yirmi yılımı. Benim de bir meselem vardı elbet. Fabrikada üç bin civarında işçi-memur çalışır da bir mesele olmaz mı? Farkında olan vardı olmayan vardı ama hiç bir mesele böyle “kıldan, tüyden” değildi. Milliyetçi-Dindar bir sendika, Yesevi terbiyesine uygun dergiler tutuşturur işçilerin eline. Bizim masalara ise MESS dergisi bırakılır. Biz memuruz, daha özgürüz işçiden. Sendika odasının duvarlarında, içinde emek sözcüğü geçmeyen güzel sözler, özdeyişler, sloganlar, Orta Asya haritaları. Sınıfı ilgilendiren bir sorunu dile getirmekten ödü patlar işçinin. Korkar kendi sendikasından. Sendika kapısında, yirmi yıl içinde sadece bir kez gördüm 1 Mayıs afişini, o da en fazla yarım gün kaldı asıldığı yerde. İşçinin çalışıp değer yaratması yetmez. Hem üretmeli ve hem korkmalı. Korkmayan işçi düşünmeye başlayan işçidir, fabrikanın dışı paklar onu. Buradaki düzen budur. Kimseyi zorla getirip çalıştırmıyorlar, değil mi? Korku bir tehdit olmalı. İspiyonların kabul edildiği bir büro gibi çalışmalı bazen sendika. Genel müdürün yanına girip çıkarken bir tek topuk selamı çakmadığı kalmalı başkanın. Patron adına fabrikayı yönetenlerin tek derdi, sömürü çarkının kendi koydukları kurallar içinde dönmesidir. Bu dert, patrondan bağımsız bir dert değildir elbet. Başörtüsü türban olan işçiler de çalışır, bıyıkları badem olanlar da, çenesine inenler de. Cüppeli Hoca kadar uzun olmasa bile, sakallı işçiler ve isteyen herkesin gidip namaz kılabileceği bir mescit de vardır.

Sevgili hocam, haydi affet benim eski patronumu. Bak, senin sandığın gibi bir meselesi yokmuş milletle.

Birkaç ay önce okumuştum; Başbakanlığın İnsan Hakları Başkanlığı, Bosch fabrikasına bir baskın düzenlemiş. İşçiyi neden köle gibi çalıştırıyorsun, niye işten atıyorsun, sendikal haklarını niye vermiyorsun gibi “komünist” sorularından bir demet sormak için değil. Soru şu: “İşçilerin namaz kılmasını niye engelliyorsun?”.

Fabrikalar bant sistemiyle çalışır. Dönen bant, namaz vaktinde de dönmeye devam eder. Çalışma sırasında yere seccade serip namaz kılarsanız bantın akışını aksatırsınız. Oysa işyerinde dört tane mescit ve Cuma günleri camiye servis yapan bir otobüs var. Önemli olan bu değil, devletteki hassasiyete bakın asıl siz. Ne kadar da düşünürmüş işçisini.

Manifesto diyor ki, “baylar; bizi, sizin mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Çok haklısınız. Niyetimiz budur” . Nasıl? Zenginlik Allahın rızıklandırmasıydı, değil mi? Dilediğini zengin yapardı. Arif Damar’ı uğurlarken; imam, insanları Allah’ın adıyla kandırıp aldatanlardan, fakirlerin ekmeğine el uzatanlardan sakının diyordu. Bunu yazan gazeteci arkadaşım Burhan Sönmez, köşesinde bir saptamada bulunmuştu: “İmam içerideki cemaate, onların diliyle ve vicdanıyla konuşur. Ama dinin ‘yüksek siyasetini’ belirleyen uzmanlar ve İslam hukukçuları, büyük ticaretin ve sermaye akışının ihtiyacına göre ‘yorum’ yaparlar. İster caminin içinde, ister avlusunda olsunlar, ‘yazıklar olsun o vurgunculara’ diyen herkesin kalbi birdir”. Beğensek de beğenmesek de, bu çark bu halk ile kırılacak. Ekmeğin türküsünü söyleyenler bunu başaracak. Mesele, o türküyü öğretmekte. Tuncel Kurtiz, Grup Yorum’un 55 bin kişilik İnönü konserinde sesleniyordu: “Ne mutlu ki buradayız. Bu yalancı, bu namussuz düzenin çöküşünü göreceğiz. Umudum var, umudum insandır”.

İşte böyle sayın hocam. TÜSİAD içindeki bütün etkin üyelerin, “milletin değerleri ve fıtratla” bir meselesi olduğunu söylüyorsun ya, haksızlık ediyorsun. Bunu derken, “neyse ki MÜSİAD var” mı demek istiyorsun? Hepsi birbirine benzer sayın hocam. İnan ki.

———————-

(Bu yazı, Tavır Dergisinde yayınlanmıştır)